

Esas No: 2014/2326
Karar No: 2014/2326
Karar Tarihi: 18/5/2016
AYM 2014/2326 Başvuru Numaralı ABDULKADİR AKAN Başvurusuna İlişkin Karar
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
ABDULKADİR AKAN BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2014/2326) |
|
Karar Tarihi: 18/5/2016 |
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
Başkan |
: |
Burhan ÜSTÜN |
Üyeler |
: |
Serruh KALELİ |
|
|
Nuri
NECİPOĞLU |
|
|
Kadir ÖZKAYA |
|
|
Rıdvan GÜLEÇ |
Raportör |
: |
Kamil KAYA |
Başvurucu |
: |
Abdulkadir
AKAN |
Vekili |
: |
Av. Vedat
ÖZKAN |
|
|
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; haksız tutulma sebebiyle Hazine aleyhine açılan
tazminat davasının, mevzuatın hatalı yorumlanması sonucu süre aşımı
gerekçesiyle reddedilmesinin adil yargılanma hakkını ihlal ettiği iddiasına
ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 14/2/2014 tarihinde Adana 9. Ağır Ceza Mahkemesi
vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir
eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca 19/10/2015 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili
olaylar özetle şöyledir:
5. Başvurucu, Malatya 1 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesinin
E.1993/261 sayılı dosyası kapsamında yasa dışı örgüt elemanlarını barındırma,
örgüt silahlarını saklama, sığınak hazırlamak suretiyle örgüt elemanlarına
bilerek yardım ve yataklık suçlamasıyla 5/8/1993 tarihinde tutuklanmış ve
14/10/1993 tarihinde tahliye edilmiştir. Dosya kapsamındaki belgelerden
anlaşılamamakla birlikte başvurucu 13/7/1993 tarihinden tutuklama kararı
verilen tarihe kadar gözaltında kaldığını beyan etmiştir.
6. Malatya 1 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesinin 25/1/1995
tarihli ve E.1993/261, K.1995/10 sayılı kararı ile başvurucunun beraatına karar
verilmiştir. Söz konusu karar, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 14/6/1996 tarihli ve
E.1996/1792, K.1996/3643 sayılı ilamı ile onanarak aynı tarihte kesinleşmiştir.
7. Başvurucu, beraat kararını 1/10/2011 tarihinde haricen
öğrendiğini beyan etmiştir.
8. Başvurucu, haksız olarak tutuklu kaldığı sürede uğradığı
maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemiyle Gaziantep 1. Ağır Ceza
Mahkemesinde (Mahkeme) 7/10/2011 tarihinde tazminat davası açmıştır.
9. Mahkeme 27/4/2012 tarihli ve E.2011/402, K.2012/226 sayılı
kararı ilesüresinden sonra açıldığı gerekçesiyle
davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir:
“Yapılan yargılama ve toplanan kanıtlara göre
açılan davanın 466 Sayılı Yasa kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, buna
göre davacının Malatya 1 Nolu Devlet Güvenlik
Mahkemesinin 25/01/1995 tarih ve 1993/261 esas, 1995/10 karar sayılı dava
dosyasında yargılandığı ve yargılama sonucunda beraatine
karar verildiği, iş bu davada davacının 4 ay gibi bir süre ile tutuklu kaldığı,
maddi ve manevi yönden zararlarının bulunduğu belirtilerek tazminat talep
edilmiş ise de, söz konusu mahkeme ilamının Yargıtay9. Ceza Dairesinin
14/06/1996 gün ve 1996/1792 esas, 3643 karar sayılı ilamı ile kesinleştiği ve
kesinleşme tarihinden itibaren tabi olduğu 10 yıllık hak düşürücü süreden sonra
davanın ikame edildiği anlaşılmakla, süresinde açılmayan davanın reddine karar
vermek gerekli olmuştur, bu durum iddia, savunma, değerlendirilerek hükme esas
alınan deliller ve mahkemece edinilen vicdani kanaat ile anlaşılmış ve
aşağıdaki şekilde karar verilmiştir.”
10. Başvurucunun temyizi üzerine anılan karar Yargıtay 12. Ceza
Dairesinin 4/12/2013 tarihli ve E.2013/23903, K.2013/27862 sayılı ilamı ile
onanmıştır. Onama ilamının ilgili kısmı şöyledir:
“Dava, 466 sayılı Kanun hükümlerine dayalı
tazminat istemine ilişkin olup; Ceza Genel Kurulunun 23/03/2010 tarih ve
2009/256 Esas ve 2010/57 sayılı kararında 466 sayılı Kanunun 2. maddesindeki üç
aylık sürenin başlangıcı için 21/04/1975 tarih ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı
Birleştirme Kararına atıf yapılarak kesinleşen beraat kararından davacının
haberdar olmasının aranması gerektiği şeklindedir. Ancak adı geçen kararda tazminat
davasının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair bir açıklama yoktur. Borçlar Kanununun 60. maddesinde tazminat davasının, zarar
verici fiil veya olayın vukuundan itibaren her halde 10 yıl sonra zaman aşımına
uğrayacağı kabul edilmiştir. Kanun dışı yakalanan veya tutuklanan kimseler
bakımından, devletin yaptığı yakalama veya tutuklama haksız fiili ceza
davasının kesinleşmesi ile netleştiğinden bu tarih olayın vuku tarihi olup, bu
tarihten itibaren 10 yıl dolduktan sonra 466 sayılı Kanuna göre tazminat
istenemeyecektir. Tazminat davasına dayanak teşkil eden mahkeme dosyasındaki
kesinleşme şerhine göre davacı hakkındaki beraat kararının 14.06.1996tarihinde
kesinleştiği davanın07.10.2011tarihinde,15 yılgeçtiktensonra
açıldığının anlaşılması karşısında, süresinde açılmayan davanın reddine karar
verilmesinde isabetsizlik bulunmadığı anlaşılmakla yapılan incelemede,
Yapılan yargılamaya, toplanan ve karar yerinde
açıklanan delillere, mahkemenin kovuşturma sonucunda oluşan inanç ve takdirine,
gösterilen gerekçeye ve uygulamaya göre, davacı vekilinin sürenin kesinleşmiş
beraat kararının tebliğinden itibaren başlaması gerektiği yönündeki temyiz
itirazlarının reddiyle, hükmün isteme uygunolarak
ONANMASINA ... karar verildi.”
11. Yargıtay ilamı 3/2/2014 tarihinde Mahkemeye gönderilmiş,
başvurucu onama ilamından 5/2/2014 tarihinde haberdar olduğunu beyan etmiştir.
12. Başvurucu 14/2/2014 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
13. 7/5/1964 tarihli ve 466 sayılı mülga Kanun Dışı Yakalanan
veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun’un 1. maddesinin
ilgili kısmı şöyledir:
“6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya
tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın
açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya
ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
...
kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde
Devletçe ödenir.”
14. 466 sayılı mülga Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrası
şöyledir:
“1 inci maddede yazılı sebeplerle zarara,
uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar
sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği
veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay
içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle
başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler.”
15. 23/3/2005 tarihli ve 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu"nun
Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 6. maddesi şöyledir:
“(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden
itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2) Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise,
7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere
Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.”
16. 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 60.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namiyle nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava,
mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ittılaı
tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan
itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz.”
17. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 6/5/2014 tarihli ve
E.2014/12-141, K.2014/229 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan
ve Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 466 sayılı
Kanun hükümlerine göre açılan tazminat davaları için 2. maddede belirtilen üç
aylık sürenin dışında esas alınacak azami bir sürenin olup olmadığı, azami bir
sürenin var olduğunun kabul edilmesi halinde ne zaman başlayacağı ve bunlara
bağlı olarak davanın süresinde açılıp açılmadığının belirlenmesine ilişkindir.
...
Gerçekten 466 sayılı Kanun hükümlerine göre
tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığına ilişkin uyuşmazlıklar Ceza
Genel Kurulunun gündemine defalarca gelmiş ve istikrarlı bir şekilde, kanunun
2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresinin, 21.04.1975
gün ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı
hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının
kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren
başladığı kabul edilmiştir. Fakat sözü edilen dosyalarda 466 sayılı Kanun
hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için 2. maddede belirtilen üç aylık
sürenin dışında esas alınacak azami bir sürenin olup olmadığı tartışılmamıştır.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271
sayılı CMK’nun “Tazminat İsteminin Koşulları”
başlıklı 142. maddesinin 1. fıkrasında yer alan; “Karar veya hükümlerin
kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her
hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde
tazminat isteminde bulunulabilir” şeklindeki düzenlemeyle tebliğden itibaren üç
ay ve her halde kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl içinde tazminat
talebinde bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.
818 sayılı Borçlar Kanununun “Müruru zaman”
başlıklı 60. maddesinde; zarar gören tarafın zararı ve failini öğrenme
tarihinden itibaren bir yıl ve her halde fiilin vukuundan itibaren on yıl,
01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun
“Zamanaşımı” başlıklı 72. maddesinde de,zarar görenin
zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve her
hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle tazminat
isteminin zamanaşımına uğrayacağı belirtilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun
13. maddesinde ise, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari
dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka süretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde
eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının
yerine getirilmesini istemeleri gerektiği düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi, söz konusu kanunlar uyarınca
açılacak davalarda tebliğ ya da öğrenmeden başlayan asıl sürenin yanında eylem
ya da işlem tarihinden itibaren azami dava açma süreleri öngörülmüş, 2004
sayılı İcra İflas Kanununun 39. maddesinde ise, ilama dayanan takibin, son
muamele üzerinden on sene geçmekle zamanaşımına uğrayacağı hüküm altına
alınmıştır.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu
değerlendirildiğinde;
466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak
tazminat davaları için de, 2. maddede belirtilen ve
beraat hükmünün kesinleşmesinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren
işleyen üç aylık sürenin dışında esas alınacak makul azami bir süre kabul
edilmelidir. Özellikle 1982 Anayasasının “kişi hürriyeti ve güvenliği” ile
ilgili olup tutuklama şartları ve haksız tutuklama işlemlerinden de bahsedilen
19. maddesinde yapılan; “bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin
uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe
ödenir” şeklindeki değişiklikten sonra, tazminat hukukunun genel prensiplerine
göre 10 yıllık azami bir sürenin kabul edilmesi, hak arayışlarının kötüye
kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını önleyebileceği gibi adalet ve nasafet kurallarına da uygun ve isabetli olacaktır.
Böylece, haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarına da
hukukumuzdaki diğer tazminat davalarındaki gibi dava açmak için azami süre
şartı getirilecek ve beraat ile sonuçlanmış ceza dava dosyalarının
kesinleşmesinden sonra süresiz olarak 466 sayılı Kanuna göre dava açma
keyfiliğinin de önüne geçilecektir.
...
[B]u davalarda esas alınacak 10 yıllık azami
sürenin de kesinleşme tarihinden itibaren başlaması gerektiği kabul
edilmelidir.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
18. Mahkemenin 18/5/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
19. Başvurucu; Malatya 1 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesinin
E.1993/261 sayılı dosyası kapsamında haksız yere tutuklu kaldığını, yapılan
yargılama sonucunda beraat etmesine rağmen kararın kendisine tebliğ
edilmediğini, beraat kararını haricen öğrendiğini, haksız olarak tutuklu
kaldığı sürede uğradığı maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemiyle
Hazine aleyhine açtığı tazminat davasının Mahkemece mevzuatın hatalı
yorumlanması sonucu süre aşımı gerekçesiyle reddedildiğini, gerek 466 sayılı
Kanun’da gerekse Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu ve Yargıtay Ceza
Genel Kurulu kararlarında bu tür davalar için azami dava açma süresi
öngörülmediğini belirterek Anayasa’nın 17., 19., 36. ve 40. maddelerinde
düzenlenen ilke ve hakların ihlal edildiğini ileri sürmüş; ihlalin tespiti,
yargılamanın yenilenmesi ve tazminat taleplerinde bulunmuştur.
20. Başvurucu 14/12/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunduğu
ek beyan dilekçesinde ise açtığı tazminat davasının reddine karar verilmesinin
yanı sıra dava sonunda vekâlet ücreti ve yargılama giderlerini ödemeye mahkûm
edildiğini, dava sonunda bu giderlere katlanma yükümlülüğü öngörülmesiyle
mahkemeye erişim hakkının kısıtlandığını belirterek bu durum sebebiyle de adil
yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
B. Değerlendirme
21. Anayasa Mahkemesi olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun başvuru formunda dile getirdiği
temel şikâyeti, haksız olarak tutuklu kaldığı sürede uğradığı maddi ve manevi
zararlarının giderilmesi istemiyle açtığı tazminat davasının süre aşımındanreddedilmesi nedeniyle uyuşmazlığın esasının bir
mahkeme tarafından incelenememesine ilişkin olduğu dolayısıyla başvurucunun
iddialarının adil yargılanma hakkının güvenceleri arasında yer alan mahkemeye
erişim hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.
22. Başvurucu, aleyhine sonuçlanan dava sonunda yargılama gideri
ve vekâlet ücreti ödemeye mahkûm edilmesinin mahkemeye erişim hakkını ihlal
ettiği yönündeki başvuru formunda yer almayaniddiasını
14/12/2015 tarihli ek beyan dilekçesinde ileri sürmüştür.
23. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri HakkındaKanun"un 47.
maddesinin (5) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:
"Bireysel başvurunun, başvuru yollarının
tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten
itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir."
24. Kural olarak başvurucular tarafından bireysel başvuru
formunda ileri sürülen ihlal iddiaları ile bu iddiaların dayanağı olan
vakıaların bireysel başvuru için öngörülen otuz günlük başvuru süresi içinde
Anayasa Mahkemesine sunulması gerekir. Bununla birlikte otuz günlük sürenin
dolmasından sonra ileri sürülen şikâyetler ancak haklı bir mazeret nedeniyle ve
süresi içinde ileri sürülen ilk şikâyetin belirli yönlerini oluşturmaları
hâlinde incelenebilir (Seyithan Akkuş,
B. No: 2013/4267, 24/2/2016, § 28).
25. Anayasa Mahkemesine sunulan dilekçelerin değerlendirmeye
tabi tutulması hâlinde bir kez bireysel başvuru yapıldıktan sonra başvuru
sonlandırılıncaya kadar başvuru dosyasına yeni vakıaların farklı hak ihlali
iddialarının sunulması kaçınılmaz olacağından ve bu durumda bireysel başvuru
için öngörülen otuz gün kuralı anlamsız hâle geleceğinden otuz günlük başvuru
süresi sonrasında sunulan dilekçelerde ileri sürülen yeni iddiaların
incelenmesi ve değerlendirilmesi mümkün değildir (Ümüt Demir, B. No: 2012/1000, 18/9/2014, § 31).
26. Bu nedenle başvurucunun ek dilekçeyle ileri sürdüğü,
aleyhine sonuçlanan dava sonunda yargılama gideri ve vekâlet ücreti ödemeye
mahkûm edilmesinin mahkemeye erişim hakkını ihlal ettiğine ilişkin iddianın
süresi içinde dile getirilmediği ve anılan iddianın haklı bir mazeret nedeniyle
ileri sürülemediğine dair herhangi bir beyanda da bulunulmadığı anlaşıldığından
başvurucunun 14/12/2015 tarihli ek beyan dilekçesinde ileri sürdüğü iddiası
incelenmemiştir.
27. Başvurucu, beraatına karar verilen davada haksız yere
tutuklu kaldığından bahisle Hazine aleyhine açtığı tazminat davasının süre
aşımı gerekçesiyle reddedilmesinin adil yargılanma hakkını ihlal ettiğini ileri
sürmektedir.
28. Anayasa’nın “Hak arama
hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir.”
29. Anayasa’nın “Temel hak ve
hürriyetlerin korunması” kenar başlıklı 40. maddesi şöyledir:
“Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri
ihlâl edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının
sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
(Ek fıkra: 3.10.2001-4709/16 md.) Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun
yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.
...”
30. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6.
maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile
ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda
karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak
görülmesini istemek hakkına sahiptir.”
31. Anayasa’nın 36. maddesindeki “Herkes, ... yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ... hakkına sahiptir.” ifadesiyle adil yargılanma hakkının
başlangıç noktasını, bireylerin mahkemelere erişim hakkının oluşturduğu
anlaşılmaktadır (Ali Kızıl, B.
No: 2014/9295, 25/3/2015, § 35).
32. Adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olan
mahkemeye erişim hakkı bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve
uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına
gelmektedir (Özkan Şen, B. No:
2012/791, 7/11/2013, § 52). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) mahkemeye
etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri
olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru
konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin
mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını
gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukuki ya da uygulamadaki
belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu
hakkın ihlal edildiğine karar verilmektedir (Geffre/Fransa, (k.k) B. No: 51307/99,
23/1/2003).
33. Mahkemeye erişim hakkı, kural olarak mutlak bir hak olmayıp
sınırlandırılabilen bir haktır. Bununla birlikte getirilecek sınırlandırmaların
hakkın özünü zedeleyecek şekilde hakkı kısıtlamaması, meşru bir amaç izlemesi,
açık ve ölçülü olması ve başvurucu üzerinde ağır bir yük oluşturmaması gerekir
(Serkan Acar, B. No: 2013/1613,
2/10/2013, § 38). Devletler bir davanın açılabilirliğine
ilişkin olarak takdir yetkilerine dayanarak bazı sınırlamalar getirebilir ve bu
davalar, niteliği gereği düzenleyici işlemlere konu olabilir. Bununla birlikte
bu sınırlamalar dava açmak isteyen bir kişinin mahkemeye erişim hakkının özüne
zarar verecek seviyeye ulaşmamalıdır (Benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Edificaciones March Gallego
S.A./İspanya, B. No: 28028/95, 19/2/1998, § 34; Rodríguez Valín/İspanya, B. No: 47792/99,
11/10/2001, § 22).
34. Mahkemeye erişimi aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız
hâle getiren uygulamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir. Bununla
birlikte dava açmak ya da kanun yollarına başvurmak için belli sürelerin
öngörülmesi -bu süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça-
hukuki belirlilik ilkesinin bir gereğidir ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık
oluşturmaz ancak öngörülen süre koşullarının açıkça hukuka aykırı olarak yanlış
uygulanması ya da yanlış hesaplanması nedeniyle kişiler dava açma ya da kanun
yollarına başvuru hakkını kullanamamışsa mahkemeye erişim hakkının ihlal
edildiğini kabul etmek gerekir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Osu/İtalya, B. No: 36534/97, 11/7/2002, §§
36-40).
35. Belli bir hakkın mahkemede ileri sürülebilmesi ya da hak
arama hürriyeti kapsamında bir davanın açılabilmesi için öngörülecek süreler,
hukuk güvenliği ilkesi gereği olup adil yargılanma hakkının ihlali olarak
değerlendirilemez. Anılan süreler; mahkemelerin, zamanın geçmesi nedeniyle
güvenilirliği kalmayan, eksik ya da ulaşılması zor kanıtlara dayanarak uzak
geçmişte meydana gelmiş olaylar hakkında karar vermelerini istemekle
oluşabilecek adaletsizliklerin önüne geçmek ve hukuk güvenliğini sağlamak gibi
önemli ve meşru amaçlara hizmet eder. Süre sınırlaması getiren bu müdahaleler,
devletin takdir yetkisi içinde olup ulaşılmak istenen meşru amaçla orantılı oldukça
ve hakkın özünü zedelemedikçe Anayasa’da yer alan hak arama hürriyetini
engellemiş sayılmaz (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Stubbings ve diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 22083/93,22095/93,
22/10/1996, § 51).
36. Bunun yanında bir mahkemeye başvuru hakkının yasal birtakım
şartlara tabi tutulması kabul edilebilir olsa da mahkemeler usul kurallarını
uygularken bir yandan adil yargılanma hakkını ihlal edebilecek aşırı
şekilcilikten diğer yandan da yasalar tarafından düzenlenen usul kurallarının
ortadan kaldırılması sonucunu doğurabilecek aşırı esneklikten kaçınmalıdır (Walchli/Fransa, B. No: 35787/03, 26/7/2007, §
29).
37. Somut başvuruda başvurucu, haksız tutuklanma nedeniyle
açılacak tazminat davaları için 466 sayılı Kanun’da ve yargı içtihatlarında
azami dava açma süresi öngörülmediği hâlde mevzuatın hatalı yorumlanması sonucu
açtığı davanın süre aşımı nedeniyle reddedildiğini belirterek anayasal
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
38. 6216 sayılı Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrası
şöyledir:
“Mahkeme, … açıkça dayanaktan yoksun
başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”
39. Sözleşme’nin 5. maddesi, tutuklama ve yakalamaya ilişkin
esasları belirlendikten sonra 5. fıkrasında “Bu
madde hükümlerine aykırı olarak yapılmış bir yakalama veya tutuklama işleminin
mağduru olan herkes tazminat hakkına sahiptir.” şeklindeki düzenleme
ile Sözleşme’de belirlenen esaslara aykırı olarak
gerçekleştirilen bir yakalama veya tutuklama işleminden dolayı zarar görenlerin
tazminat talep edebileceğini hüküm altına almıştır.
40. Sözleşme’nin 5. maddesine benzer şekilde Anayasa’nın 19.
maddesinin son fıkrasında “Bu esaslar
dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun
genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir.” şeklindeki düzenleme ile
hukuka aykırı şekilde yakalanan veya tutuklanan kişilerin tazminat davası
açabilecekleri hüküm altına alınmıştır.
41. Hukuka aykırı şekilde yakalandığını veya tutuklandığını
iddia eden kişi, 466 sayılı mülga Kanun’un 1. ve 2. maddeleri ile 4/12/2004
tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141. maddesinde belirtilen
şekilde ilgili ağır ceza mahkemesinde, haksız olarak özgürlüğünden yoksun
bırakılması nedeniyle tazminat davası açabilir. Bu davaya bakan mahkeme, 466
sayılı mülga Kanun’un 3. maddesi ile 5271 sayılı Kanun’un 142. maddesine göre
istemin ve ispat belgelerinin değerlendirilmesinde ve tazminat hukukunun genel
prensiplerine göre verilecek tazminat miktarının saptanmasında gerekli gördüğü
her türlü araştırmayı yapabilir.
42. Başvuru konusu haksız olarak özgürlükten yoksun bırakılma
nedeniyle açılan tazminat davasında 466 sayılı mülga Kanun ile 5271 sayılı
Kanun’da yer alan usul hükümlerine göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin
medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğuna kuşku yoktur.
43. Başvurucu, şekilci bir yorumla Kanun’da öngörülmeyen dava
açma süresibenimsenerek süre aşımı nedeniyle açtığı
davanın reddedilmesinin hakkın özüne dokunduğundan şikâyet etmektedir.
44. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvurular için benimsediği
temel yaklaşım doğrultusunda kural olarak bireysel başvuruya konu davadaki
olayların kanıtlanması, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması,
yargılama sırasında delillerin kabul edilebilirliği ve değerlendirilmesi ile
kişisel bir uyuşmazlığa derece mahkemeleri tarafından getirilen çözümün esas
yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesinde değerlendirmeye tabi
tutulamaz. Anayasa"da yer alan hak ve özgürlükler ihlal edilmediği sürece ve
derece mahkemelerinin kararlarıaçık keyfîlik içermedikçe kararlardaki maddi ve hukuki hatalar
bireysel başvuru incelemesinde ele alınamaz. Bu çerçevede derece mahkemelerinin
delilleri değerlendirmesinde ve hukuk kuralını yorumlamasında bariz takdir
hatası bulunmadıkça Anayasa Mahkemesinin bu takdire müdahalesi söz konusu
olamaz (Kenan Özteriş,
B. No: 2012/989, 19/12/2013, § 48). Somut başvuruda da Anayasa Mahkemesinin
görevi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması konusunda derece
mahkemelerinin takdir ve değerlendirmelerini denetlemek olmayıp usule ilişkin
uygulamanın, başvurucunun mahkemeye erişim hakkını Anayasa’ya aykırı olarak
kısıtlayıp kısıtlamadığını denetlemektir.
45. Bir kanuni düzenlemenin bireylerin davranışını düzenleyebileceği
kadar kesinlik içermesi, kişinin gerektiği takdirde hukuki yardım almak
suretiyle bu kanunun düzenlediği alanda belli bir eylem nedeniyle ortaya
çıkacak sonuçları makul bir düzeyde öngörebilmesi gerekmektedir.
Öngörülebilirliğin mutlak ölçüde olması gerekmez. Kanunun açıklığı arzu edilir
bir durum olmakla birlikte bazen aşırı bir katılığı da beraberinde getirebilir.
Oysa hukukun ortaya çıkan değişikliklere uyarlanabilmesi gerekmektedir. Birçok
kanun, işin doğası gereği yorumlanması ve uygulanması pratik gerçekliğe bağlı
olan yoruma açık formüller içermektedir (Kamil Koç, B. No: 2012/660, 7/11/2013, § 71).
46. AİHM, süre koşulu gibi dava açmaya ilişkin usul koşulları
birden fazla yoruma neden olabilecek nitelikte ise mahkemeye erişim hakkı
kapsamında o yorumlardan birinin davayı açmak isteyen kişileri engelleyecek
şekilde katı bir şekilde kullanılmaması veya söz konusu koşulların katı bir
uygulamaya tabi olmaması gerektiğini ifade etmiştir (Beles/Çek Cumhuriyeti, B. No: 47273/99, 12/11/2002, § 51; Tricard/Fransa, B. No: 40472/98, 10/7/2001, §
33).
47. Başvuru konusu olayda başvurucu, Malatya 1 No.lu Devlet
Güvenlik Mahkemesinin E.1993/261 sayılı dosyası kapsamında yasa dışı örgüt
elemanlarını barındırma, örgüt silahlarını saklama, sığınak hazırlamak
suretiyle örgüt elemanlarına bilerek yardım ve yataklık suçlamasıyla 5/8/1993
tarihinde tutuklanmış ve 14/10/1993 tarihinde tahliye edilmiştir. Dosya
kapsamındaki belgelerden anlaşılamamakla birlikte başvurucu 13/7/1993
tarihinden tutuklama kararı verilen tarihe kadar gözaltında kaldığını beyan
etmiştir. Yapılan yargılama sonucunda Malatya 1 No.lu Devlet Güvenlik
Mahkemesinin 25/1/1995 tarihli kararı ile başvurucunun beraatına karar
verilmiş, bu karar 14/6/1996 tarihinde kesinleşmiştir.
48. Başvurucu kendisine tebligat yapılmaması nedeniyle beraat
ettiğini 1/10/2011 tarihinde haricen öğrendiğini iddia ederek haksız olarak
tutuklu kaldığı sürede uğradığı maddi ve manevi zararlarının giderilmesi
istemiyle 7/10/2011 tarihinde tazminat davası açmıştır. Söz konusu tazminat
davasının başvurucu hakkında verilen beraat kararının kesinleşmesinden on beş
yıl sonra açıldığı anlaşılmaktadır.
49. Başvuruya konu davaya bakan Mahkeme, beraat kararının
verildiği tarihten itibaren on yıllık hak düşürücü süre geçtikten sonra açılan
davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar vermiştir (bkz. § 9). Yargıtay 12.
Ceza Dairesi de haksız tutma nedeniyle tazminat davalarının ne zamana kadar
açılması gerektiğine dair Yargıtay İçtihadı Birleştirme ve Ceza Genel Kurulu
kararlarında bir açıklama bulunmadığından hareketle kanun dışı yakalanan veya
tutuklanan kimseler bakımından devletin yaptığı yakalama veya tutuklama
işleminin haksız fiil niteliğinde olduğu, haksız fiile dayalı tazminat
davalarının zamanaşımına ilişkin 818 sayılı mülga Kanun’un 60. maddesinde,
tazminat davasının zarar verici fiil veya olayın vukuundan itibaren her durumda
on yıl sonra zamanaşımına uğrayacağına ilişkin hükmün kanun dışı yakalanan veya
tutuklanan kimseler tarafından açılacak tazminat davalarında da uygulanması
gerektiği kanaatine ulaşmış; başvurucu hakkındaki beraat kararının kesinleşme
tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra açılan tazminat davasının süresinde
açılmadığı gerekçesiyle Mahkeme kararını onamıştır (bkz. § 10).
50. Haksız tutma nedeniyle açılan tazminat davaları için azami
dava açma süresi olup olmadığına ilişkin uyuşmazlıklar, Yargıtay Ceza Genel
Kurulunun da önüne gelmiş; Yargıtay Ceza Genel Kurulu söz konusu
uyuşmazlıklarda, başvuru konusu davada Yargıtay 12. Ceza Dairesinin geliştirdiği
yoruma benzer bir yaklaşımla anılan davalarda azami bir dava açma süresi kabul
edilmesinin, hak arayışlarının kötüye kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını
önleyebileceği gibi adalete uygun ve isabetli olacağına kanaat getirmiş ve bu
tür davaların yapılan soruşturma ya da yargılamanın sonunda verilen kararın
kesinleşmesinden itibaren on yıl içinde açılması gerektiğine karar vermiştir
(bkz. § 17).
51. Başvuru konusu olayda İlk Derece Mahkemesi ve sonuç
itibarıyla Yargıtay; mevzuat hükümlerini değerlendirmek suretiyle haksız tutma
nedeniyle açılacak tazminat davalarında haksız fiillere ilişkin zamanaşımı
hükümlerinin uygulanması gerektiği, somut olayda dava açma süresinin
geçirildiği sonucuna ulaşmıştır.
52. Derece Mahkemelerince hukuki belirlilik ve hukuk güvenliği
ilkelerine uygun olarak yapılan bu değerlendirme ve ulaşılan sonuç dava açmayı
imkânsız kılacak nitelikte aşırı şekilci bir yaklaşımdan kaynaklanmadığı gibi
belirtilen kanun hükümlerine önceden öngörülmeyecek şekilde olağanın dışında
bir anlam vermek suretiyle sonuca ulaşıldığına dair bir uygulama olarak da
değerlendirilmemiştir. Bu itibarla başvurucunun mahkemeye erişim hakkının özüne
zarar verecek nitelikte bir sınırlama bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
53. Açıklanan nedenlerle başvurucunun mahkemeye erişim hakkına
yönelik bir ihlalin olmadığı açık olduğundan başvurunun diğer kabul
edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Başvurunun açıkça
dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde BIRAKILMASINA
18/5/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
